“Dalgakıran” Bu kent, ölümsüz bir canlı gibi, zamanı ve mekânı birbirine dönüştürmüş, her köşesinde, aynı anda yeniden doğuyor, aynı yerde ayrı zamanlardaki acıyı bir arada yaşıyor. Burası yeryüzü tarihinin bir tasarımı. Alçaklığı, ikiyüzlülüğü, ihaneti doğuruyor. Biz acının cisimleşmiş hali […]
Bu kent, ölümsüz bir canlı gibi, zamanı ve mekânı birbirine dönüştürmüş, her köşesinde, aynı anda yeniden doğuyor, aynı yerde ayrı zamanlardaki acıyı bir arada yaşıyor. Burası yeryüzü tarihinin bir tasarımı. Alçaklığı, ikiyüzlülüğü, ihaneti doğuruyor. Biz acının cisimleşmiş hali olduğumuzda, hayatlarımızı onun binlerce memesinden birine yapışıp sürdürüyoruz.
Söze gerçekten hâkimseniz, eylem imkânlarını da bilirsiniz.
Eylem imkânlarını tümüyle bildiğinizde, dünyayı alaya alacak kadar güçlenmişsinizdir. Bundan sonra tek tehdit, kişiliğinizin müstehzi yönünden gelecektir. Belki de insanlar şeytanı, tanrının yaptığı tek şaka olarak tasarlamıştı.
Yumuşak toprakta terliklerle deliler gibi koşmaktan kısa sürede nefes nefese kalmıştım. Bata çıka kaçarken aklımdan sürekli “Dokunduğum kadınların en güzeli bir ölüymüş” cümlesi geçiyordu.
Düzenli çizgilerle bölünmüş alanların, ölenlerin, öldürülenlerin toplu mezarları olduğu düşüncesi beni yeterince dehşete düşürmüştü. Şimdi anlıyordum ki, üzerine evin kurulduğu alan, ceset tarlalarıydı. Yaşayanların öldükten sonra gömüldüğü yer değil; topraktan ölülerin yetiştirildiği, yaşayan insanlar gibi evde çalıştırıldığı tarlalar. Ev, hiç yaşamamış ölülerin büyüdüğü, ucu bucağı görünmeyen ıslak bir toprağın tam ortasına inşa edilmişti. Her bir tohum, yaşlanmış birer organ olarak patlıyor, topraktan aldığı sıvıyla bir süre yaşıyor, ölüyordu. Ölen organlar hasat zamanı toplanıyor, birleştiriliyor, cesetlerin üzeri plastik benzeri maddeyle kaplanıyor, gençken ölmüş bir insan görünümü veriliyordu.
Elimdeki feneri rasgele tarlada gezdiriyordum. Çürümüş kaslar, sinirler, iç organlar, dişler, gözler birer birer ışığa takılıyordu. Yaşlanmış eller, kesilmiş gibi görünen, ama hiçbir zaman bir kola bağlanmamış bilekleriyle, ayaları toprağa bakar şekilde, daha çok yıpranmayı, olgunlaşıp çiftçilerinin oraklarıyla biçilmeyi bekliyordu. Bir sonraki bölüme geçtim, feneri ayaklarımın dibine, sonra daha uzağa tutunca, bir sürü ihtiyar gözün topraktan yukarı, bana baktığını gördüm. Feri sönmüş, bir hayat yaşamış gibi yorgun, giderek parlaklığını tümden kaybedecek binlerce çift göz, bellenmiş toprağın içinde kıpırdıyordu. Koşmaya, gözlerin üzerine basarak kaçmaya başladım, biri çelme takmış gibi sendeledim. Kimse yoktu; hiçbir yere gitmemiş, ama yeryüzünü tümüyle çıplak dolaşmış gibi duran yaşlı ayakların dışında. Varisli, şiş, damarları çıkmış, topukları nasırlaşmış, parmak uçları çürümüş erkek, kadın ayakları… Gergin, diri, biçimli, ince dönemleri, bu genç halleriyle katettikleri patikalar, basamaklar, kent sokakları, köy yolları olmamıştı, bunları hatırlayacak belleklerinin de olmadığı gibi.
Evin ışıkları teker teker yanmaya başladı. Bir helikopterin havalandığını işittim. Kaçtığımı anlamışlardı. Asfaltın lambalarından uzaktaydım, ama bu açıklık alanda birkaç dakikada yakalanmam içten bile değildi. Pervanenin sesi yakınlaştı. Tarlayı projektörle tarıyorlardı. Yolun öteki ucundan, kapıdan geçtiğimiz yerden, zırhlı bir araç geldi, yola barikat kurdu. Tarlaya girmeden, onlar da yolun iki yanına ışık tutmaya başladılar. Asfalttan uzakta durarak, ama ona paralel biçimde, dikkat çekmemek için koşmayıp yürüyerek, helikopterin hızlı hareket etmemesinden medet umarak, evden uzaklaşmaya, jiple geldiğimiz yöne yakınlaşmaya çalışıyordum.
Şansım yaver gitti, yoldakiler tarlaya hiç girmedi, ne yöne gittiğimi bilmedikleri için helikopter sağa döndü. Şimdi dik bir açı oluşturacak biçimde birbirimizden uzaklaşıyorduk.
Kapıdan geçtikten sonra aracın hız göstergesini izlemiş, düzenli aralıklarla dizilmiş direkleri saymıştım. Yaptığım hesap doğruysa, ortalama iki bin adım attıktan sonra tarlanın sınırına ulaşacaktım.
Ulaştım da. Kilometrelerce uzunlukta, ne kadar olduğunu kestiremeyeceğim yükseklikte kılcal damarlarla çevrilmiş arazinin sonundaydım. Organik telleri avuçladım, içinden kan geçiyordu. Kanın nereden pompalandığını düşünmek için vaktim kalmamıştı, helikopter arazinin bir bölümünü taramış, üçgenin en uzun kenarı doğrultusunda bulunduğum noktaya geliyordu.
Terlikleri attım, çoraplarımı çıkardım, tırmanmaya başladım. Kanın giderek daha hızlı aktığı damarlara ayaklarımla, ellerimle, yapışmış tırmanıyordum. Sol alt çaprazımda, aşağıda, giriş kapısını gördüm. Hayli yüksekteydim. Birkaç basamak daha çıktım, elimi attığımda boşluğu avuçladım. Duvarın öte yanına geçmeme çok az kalmıştı.
Kirli bir mutfakta yakalanan böcekler gibi, aniden sırtıma vuran ışıkla durdum. Tellerin ötesindeki yola vuran gölgeme, aydınlanınca cam elyafı gibi görünen damarlara bakarak, açılan ateşle bir an önce işimin bitirilmesini bekledim.
Teller, kılcal damarlar parçalanırken, gözüm sanki ters dönmüş, ben, kendi bedenimin içini, yok olmasını izliyordum.
Martı sesleriyle gözümü açtım. Fenerin dibinde büzülmüştüm. Dalgakırana vuran deniz suyu, sırılsıklam olan bedenimi daha da ıslatmıştı. Çıplak ayaklarım mosmor olmuş, hareketsiz kalmıştı. Gün yeni ağarıyordu. Bir elimi sızlayan mideme bastırarak, öteki elimle doğrulmaya çalıştım, dizlerimin üstünde kaldım, yosun tutmuş kayaların üzerine kustum, elimin tersiyle ağzımı sildim. Bazı martılar, dalgakırana atılmış bir et parçasıymışım gibi, sakınmadan alçalıyor, kanatlarını açıp üzerimde daireler çiziyor, bağırarak bulundukları yeri bildiriyorlardı. Sürünerek karaya çıkmanın yolunu bulabilirsem, karıştıracağım bir çöp tenekesi, ısınacağım bir inşaat, lanetim parlak geleceklerini söndürmesin diye tiksinerek önüme para atacak kişilere rastlayabilirdim. Hiçbir sorumluluğum yoktu, hesap soracak kimsemin de olmadığı gibi. Ne eylemde bulunmam, ne de bir şey paylaşmam beklenebilirdi. Söyleyeceklerim önemsenmeyecek, bana, başka türe ait bir canlı gözüyle bakılacaktı. Gururdan, suçlanmaktan, yükselmekten, alçalmaktan, zamanı değerlendirmekten, mekânı kullanmaktan, başkalarını düşünmekten, nezaketten, kabalıktan, gürültüden, kendimi soruşturmaktan, toplumu çözümlemekten, yeryüzünün sırtıma bindirdiği yüklerin hepsinden kurtulmuştum. Koruyacak, korunacak bir insan değildim artık. Kimseden zarar görmeyecek, kimseye zarar veremeyecektim. Ama şimdi biraz toparlanmanın, iskeleye bağlanmış vapurlardan birine görünmeden sızmanın vaktiydi. Ellerimi cebime soktum, parmaklarıma küçük bir kâğıt parçası geldi. Baktım, üzerinde “sis bileti” yazıyordu. Buruşturup attım.
Sis hâlâ kalkmamıştı.