Seyit Bey çevresine baktı. Rengârenk giysileri içinde, güneşten korunmak için açtıkları şemsiyeleri tutarak güvertede sohbet eden kadınlar, genç çiftler, çocuklar, takım elbiseli erkekler, bir aksaklık olup olmadığına bakmak için iki güverte arasında dolaşan denizciler, bir kısmını bürokrasiden ya da […]
Seyit Bey çevresine baktı. Rengârenk giysileri içinde, güneşten korunmak için açtıkları şemsiyeleri tutarak güvertede sohbet eden kadınlar, genç çiftler, çocuklar, takım elbiseli erkekler, bir aksaklık olup olmadığına bakmak için iki güverte arasında dolaşan denizciler, bir kısmını bürokrasiden ya da matbuat çevresinden tanıdığı, kendisi gibi “hain” addedilenler, edileceği haberini alanlar… “İşgal olmasaydı ‘hain’ ilan edilecek miydim, bilmiyorum. Ama tüm bu siyasi kargaşanın içinde hiç kimsenin bir sıfatı yoktu ve herkes her sıfatı alabilirdi. Herkes haindi ve hiç kimse hain değildi. Toz duman dağıldıktan sonra muktedir kahraman, mağlup hain olacaktı. Her şey aynı anda hem doğru hem de yanlıştı ya da bir tavır bir an doğru hemen sonrasında yanlış, daha sonra yine doğru olabilirdi. Kimsenin birini desteklemekten ya da birileri tarafından desteklenmekten kaçması mümkün değildi. İngilizler, Fransızlar, Hükümet, milliyetçiler, Bolşevikler, diğerleri… Hepimiz, rulet çarkı gibi kendi çevresinde dönen tek bir sahnedeydik, hangimizin ‘kahraman’, hangimizin ‘hain’ taşında duracağını hiçbirimiz bilmiyorduk. Hepimiz kendimizi bir diğerine göre tarif ediyorduk ve kimsenin tümüyle güvendiği biri yoktu.
Eminim bunlardan, ismimin Seyit olduğu kadar eminim…”
———
Her sabah erken saatte Stockholm’ün güneyindeki bir mahallede birlikte kaldıkları evden çıkan Ulrika akşamüstünü biraz geçe eve dönüyor, A. o saate kadar kütüphanede çalışıyor, şehri geziyordu. Öğleüzeri bir-iki saat dışında Stockholm günü koyu bir karanlık içinde geçiriyor, Ulrika ne yaptığını anlatmadığı, kendisi de üç hafta hiç sormadığı için akşamüstünden ertesi sabaha dek süren birlikte geçirdikleri vakit dışında kuzeyin karanlığında, caddelerdeki lambaların ışığı altında, kütüphanede ya da dışarıdayken, gözüne kestirdiği lokantalarda yalnız yemek yerken, çalışırken, bulabildiği İngilizce, Fransızca gazetelerden Avrupa’nın, kendi ülkesinin uğradığı bitmek bilmeyen dönüşümleri izlerken, İsveççe öğrenirken ve tramvayların, otomobillerin, atlı arabaların, gemilerin, teknelerin, kanalların, adaların, ağaçların, parkların, fötr şapkalı, kasketli adamların, yapma çiçeklerle bezenmiş̧ şapkalarını zarif bir biçimde takan kadınların, çocukların, kapüşonlu tulumlarıyla çalışan isçilerin, birahanelerin yanı sıra yürüdüğünde, Ulrika’yı sabah erken saatlerde bir kuyuya inmiş̧, akşama doğru da oradan çıkacakmış̧ gibi tahayyül ediyor, o gün üzerinde çalıştıkları, okudukları, Ulrika ile akşam konuşmalarında biçimleniyor, gün boyu sürmüş̧ olan yalnızlığını unutuyordu.
——-
Hafifçe gülümser gibi boyanmış dudaklarıyla şancı ahşap kukla seyircilere döndü, Fransızca ile Almanca karışımı bir dille konuşmaya başladı. Yüzündeki ifadesizlik nedeniyle iplerin oynattığı elleri, kolları, vücudunun hareketleri, müzisyenlerin birden donmuş gibi durmaları, söylenenleri daha da güçlendiriyor, sanki ipler ahşap kuklayı değil, sözcükleri yönetiyordu. Bir aşk hikâyesinin sahneleneceğini anlayan Halil, artık plağın dönme sesi gelmediği halde kadını kimin konuştuğunu anlayamıyor, yardımcısı da sahnenin yanında durduğu için kadına ses vermek için kuklacıdan başka kimsenin olmamasından dolayı hayrete düşüyordu. Üç kukla, kadının reveransının ardından uyuyan bir insanın özenle taşınması gibi sahneden çekildi.