1939 Ocak ayının ilk yarısının geride kaldığı karanlık, yağmurlu, soğuk bir akşamüstü, Münevver Dresden üzerinden Berlin’e, yorgun ve tedirgin bir ruh haliyle ulaştı. Tren yavaşlayarak kalabalık, gürültülü, hoparlörlerden anonsların yapıldığı, birçok başka trenin beklediği, onlara binmek üzere ya da […]
1939 Ocak ayının ilk yarısının geride kaldığı karanlık, yağmurlu, soğuk bir akşamüstü, Münevver Dresden üzerinden Berlin’e, yorgun ve tedirgin bir ruh haliyle ulaştı.
Tren yavaşlayarak kalabalık, gürültülü, hoparlörlerden anonsların yapıldığı, birçok başka trenin beklediği, onlara binmek üzere ya da onlardan henüz inmiş kişilerle dolu, üzerinde “Anhalter Bahnhof” yazılı büyük bir tabelanın olduğu siyah-beyaz büyük bir gara girdi, iyice yavaşladığında kondüktör kapıyı açıp basamakta bekledi, birkaç dakika daha gitti, durdu. Trenden soluk vermeye benzer bir ses duyuldu. Kondüktör kapıyı açık tutarak, yolculara yardım etmek için aşağıya indi. Münevver kendisini renk körü gibi hissetmeye başlamıştı. Yukarıdan valizlerini aldı, kabul mektubunda tarif edilen biçimde kalacağı öğrenci yurduna gitmeyi planlarken, platformu ikiye ayıran saatli sütunun altında, dumanlar arasında bir kız gördü, vagonlara doğru elinde tuttuğu kâğıtta da ismini seçti. Eşyasıyla indi, yanına gidip kendini tanıttı.
“Hoşgeldiniz. Üniversite tarafından sizi karşılamakla görevlendirildim. Beraber öğrenci evine gideceğiz.”
“Teşekkür ederim, çok naziksiniz.”
“Bize nezaret etmek üzere üniversiteden bir arkadaş da geldi. Tanıştırayım.”
Bir-iki adım geride duran bir genç dumanların arasından çıktı, şapkasını çıkartıp Münevver’i selamladı, elini uzatıp ismini söyledi. “Valizinizi taşımanıza yardım edeyim Fräulein.”
Gerek olmadığını söylemesine fırsat bırakmadan bavullardan büyük olanını aldı, Münevver de ötekini. Genç kız, arkadaşına “Gidelim mi Leonard?” dedi, “çıkış şu tarafta.”
————
Münevver Hanım, ne yatağına uzanıp dinleniyor, ne bir şey okuyor, ne de artık pencereden gölgelerle biçim değiştiren kayayı seyrediyordu. Odası, duvarlar, kitaplar, notlar, kırk küsur sene önce de aynı evde kaldığı kardeşleri, Serdar, Suat, Erkan’ın bir türlü gelmek bilmemesi, yaz ayının parlak günışığı, o anda bir arada algıladığı, aklına gelen birçok şey Münevver Hanım’ı çok bunaltmıştı. Evden çıksa gidip oturabileceği bir yer, çalışabileceği bir kütüphane, ya da ziyaret etmek istediği kimse yoktu. Evin, odanın, bu ruh halinin içine tıkılıp kaldığını hissetti; bu hissi onu, uzun zamandır belleğinin derinlerine ittiği halde Erkan’ı beklediği o yaz günü çok sık aklına gelen, Erkan’ın ziyaretiyle de sona ereceğini düşündüğü 1939’a yuvarladı.
———
Deniz kıyısına inşa edilmiş çimento fabrikasının taban genişliği olağanüstü ölçülerdeydi. Temeli atılmış değil de, sanki bir çınar ağacı gibi doğal bir şekilde topraktan türemiş, asırlarca orada kalacaktı. İşçiler, kamyonlar, arabalar, körfezden fabrikaya mal taşıyan, çimento yüklenen gemiler, evler, herkes ve her şey, fabrikanın yanında nokta kadar kalıyordu. Bir petrol tankeri ile bir işçi, bir kamyon ile bir çakıl taşı, bu yapının yanında eşit ölçülerdeydi. Fabrika, neredeyse sonsuza uzanan kütlesiyle, sonlu varlıkların arasında fiziksel bir adalet oluşturmuştu. Biraz daha yukarı bakınca, fabrikanın kendisinin de hâlâ inşaat halinde olduğu görülüyordu. Yapının tamamlanmış bölümlerinde çimento üretiliyor, hemen yanında başka bölümleri de henüz yapılıyordu. Fabrikanın değişik katlarında çalışan sayısız kişi, ne birbirlerinden ayırt edilebiliyor, ne de hangisinin inşaat işçisi, hangisinin fabrika işçisi olduğu anlaşılıyordu. Bitmediği için, fabrikanın en üst katı yoktu, hangi katta durulacağı da belli değildi. Tepe noktasını görmek için sırtüstü yere uzanmak, filtresiz bacalardan atılan duman ve tozun oluşturduğu bulutların içinde kalan yüksekliği, orada çalışan vinçlerin ışıkları ile seçmek gerekiyordu. Fabrikanın çevresinde kamyonlar, tırlar, kamyonetler, sırtlarında çuvallarla yaya işçiler, kafalarında baretlerle mühendisler dönüyor, şantiye binasından verilen emirlerle yapıyı tamamlamak için beton bloklar, demirler fabrikaya taşınıyor, bir yandan da dağda çalışan delgilerin çıkarttığı, fabrikada işlenen malzeme arabalara yüklenip çimento olarak gemilere aktarılıyordu. Tek ayırt edilen kişi, çevresinde maiyeti, korumalarıyla ayrı bir küme oluşturan, turuncu bir mont giymiş fabrika patronuydu. Attığı her adımda kitlenin içinde bir dalgalanma oluyor; taş taşıyan, harç karan, kamyon kullanan işçiler, şoförler, onun geçtiği yerde selam durmak için işlerine ara veriyor, mühendisler, ustabaşıları oradaki durumu açıklıyor, patron sürekli yanındaki biriyle, iktisattan tek kelime anlamadığı halde generallikten emekli olduktan sonra meslektaşlarının çoğu gibi fabrikaya danışman yapılan kişiyle fikir teatisinde bulunuyordu. Saydam bir canlı gibi, dışarıdan fabrikanın içi görünüyordu: onca mühendise rağmen, sadece patronun hırsının hükmü olduğu için yapının ne içinde, ne de dışında, muazzamlığına karşın, hiçbir planlama yoktu. Binanın tam merkezinde, tonoslarla örtülen, yüksek duvarların çevrelediği, ama hiçbir işlevi olmayan geniş bir boş mekân bulunuyordu. Patron orayı, boşluğun bile var olabilmesi için kendi isteğinin yeterli olduğu belli olacak biçimde istemişti… Merkezden çevreye doğru yayılarak binayı saran iç içe katlar, yapının dışındaki dikey rampalarla çakışıyor, böylece fabrika karadan denize doğru eğilen bir dev gibi görünüyordu. Gözlerini tekrar fabrikanın toprakla birleştiği yere çevirdiğinde, aslında temelin bile bitmediğini, ya da bazı bölümlerin patronun isteği ile yeniden yapılmak üzere yıkıldığını gördü. Fabrikanın çevresindeki zehirli duman, sürekli yön değiştiren rüzgârlarla denize, karaya, gökyüzüne, insanlara, hayvanlara, bitkilere, toprağa, cansız nesnelere, her yere, dokunduğu noktayı yok etmek üzere dağılıyordu. Bina büyüdükçe insanlar ufalıyor, filtresiz bacaların ölüm pompalamasının önemi, tek tek canlıların hayatta kalmasının önüne geçiyordu. Patron filtre takılmasına karar verse, bunun için bütçe ayırsa devasa yapıya hürmetsizlik gösterecekmiş, orada çalışanların, ya da çevre nahiyelerde yaşayanların küçücük isteklerini ciddiye alacakmış gibi hissediyor, ama artık nerede duracağını da kestiremiyordu. Fabrikanın nispeten bitmiş bölümünün ardında uzanan ağaçlık bölgenin yeşil rengi, gökyüzüne doğru, açık mavi, sarı, koyu mavi bir renk karışımıyla birleşiyor, inşaat halindeki, ama aynı zamanda çimentonun yüklendiği deniz kıyısındaki kısım ise ufuk çizgisine doğru kahverengine dönüşen, ama dalgaların kıpırtısıyla da her an değişen suların yeşil rengine kavuşuyordu. Toprak zemin ise kiremit kırmızısıydı. Binlerce nokta, seyrettiği manzarada her yerden her yere doğru deviniyordu. Birden, inşaat ve çimento gürültüsünün arasında insanların sesleri de duyulmaya başlandı. Derin bir uğultu içinde, her gün orada bulunan yedi binden fazla erkek, sanki değişik dillerin, lehçelerin kullanıldığı bir koro şarkısı söylüyorlardı.
—————
Münevver Hanım, kardeşini yatırıp odasına gittikten sonra ışığını açmadı, sandalyeye oturdu, arkasına yaslandı; bir şeyler hatırlamaya çalışıyordu, sonra Karanca’ya inen karanlığın kendi üzerine de çöktüğünü düşündü, hiçbir şeyi göremiyor, hiçbir sesi duyamıyordu.
Hafızasını yoklarken bilmediği bir kentte dolaşır gibi yolunu kaybetmişti.
Hatırladığı kişileri, yerleri, dönemleri, metinleri, müzikleri, filmleri tümüyle açık bir algıyla görüyor, duyuyor, istediğinde onlara dokunuyordu. Kaiserpanorama‘nın karşısında oturur gibi, merkezi olmayan bu kentte sokaklar o yürüdükçe açılıyor, binalar çevresinde dolaşınca yükseliyor, bir dekor gibi yüzeyden ibaret evler, oteller, pansiyonlar Münevver Hanım içlerine girdiğinde hacim kazanıyor, katlara odalara dairelere ayrılıyordu.
Gücü hiç tükenmeyecekmiş gibi yürüdükçe sokaklarda tanımadığı insanlarla rastlaşıyor, yaşayanlar doğumlarının öncesine dönüyor, ölüler diriliyordu. Soluduğu hava donuk, şeffaftı. Her nefes alışında ciğerlerine ince bir jelatin giriyormuş gibi hissediyor, attığı her adımda bu havanın ayaklarından saçlarına kadar gezindiğini duyuyordu.
Gözlerini kapatıyor, açıyor, hafızasından çıkamıyordu. Bir süre sonra, gözlerini kırptığını da hatırladığını, gözkapaklarının aslında oynamadığını anladı.
Bir sokağın caddeye açıldığı, ya da bir başka sokakla birleştiği köşelerde karşısına neyin, kimin çıkacağını kestiremiyor, bu belirsizlikten ürküyor, buna rağmen duramıyordu. Yüklükteki bir sandığın ardından Sadık Bey görünüyor, hukuk fakültesi koridorları caddenin içinden geçiyor, Almanca sesler duyuyor, Leonard konuşuyor, Franz konuşuyor, annesinin resimleri, lambalı radyo, Şişli’deki evin pervazından hiç eksik olmayan sinek pisliği, üniversitedeki ilk yılında sigara aldığı bakkal, bir film karesindeki dükkân, yirmi sene önce ayağının takılıp sendelediği kaldırım taşı, kardeşlerinin evliliği, Nigâr’ın boşanması, Suat’ın doğumu, Leonard’a gönderdiği telgraf, Erkan’ı doğduktan sonraki ilk görüşü, Sadık’ın karısının lohusa yatağındaki hali, alaylı bir tebessümün eşlik ettiği gözlerini üzerinde hissetmesi, kadının geceliğinden göğüslerinin arasındaki beni görmesi ve Nuri’nin karısı yazlığa ilk geldiğinde aynı noktanın onun bedeninde de olduğunu fark etmesi…
Münevver Hanım, altmış yıllık hayatında algılamış olduğu istisnasız her şeyi hatırlıyordu. Her bir kişi, cisim ötekilere bağlanıyor, nasıl geriye döneceğini bilmediği gibi, ne şekilde unutabileceğini de kestiremiyordu.
Sonunda bu saydam havanın içinde yer alanların türediği bir yer gördü… hatırladı… tasarladı; hangi etkinlikten doğmuş olursa olsun o noktaya ulaşmak istiyordu. İradesinin olmadığı bir yerde, belediye binalarının, yüksek apartmanların, otobüslerin, tramvayların, metro istasyonlarının, troleybüslerin, arabaların arasından, her şeyin onun nezdinde var olduğu cisme doğru sürüklenmeye başladı, hayli yaklaştıktan sonra kasıldı, durdu.
Artık bir görüntü dışında hiçbir şey yoktu. Oraya ulaşmak için içinden hızla geçtiği öteki her şey yutulmuş, yok olmuştu. Karşısındaki cisimle arasında, aşılması mümkün olmayan, yoğun, yer yer kükürt ve yağ kokan katı bir tabaka vardı. Çok açık bir şekilde her ayrıntıyı görüyor, ama asla hareket edemiyordu.