Bölüm I – Baştan Başlanabilir mi? 42-43 Fenomenoloji’deki efendi-teba diyalektiğine ayrılan bölümde,44 diyalektik sürecin her iki Ben-bilinci için de ikili bir süreç olduğu söylenir. Hegel’in kullandığı sözcükler “efendi” için Herre, “teba” için Knecht’tir. Öznenin yeryüzündeki mücadelesi, karşı karşıya kalan […]
Fenomenoloji’deki efendi-teba diyalektiğine ayrılan bölümde,44 diyalektik sürecin her iki Ben-bilinci için de ikili bir süreç olduğu söylenir. Hegel’in kullandığı sözcükler “efendi” için Herre, “teba” için Knecht’tir. Öznenin yeryüzündeki mücadelesi, karşı karşıya kalan her iki Ben- bilinci için de çift yönlü olan bu diyalektik süreçle başlar; bu, Hayat’a karşı, birbirleri arasında da geçen bir ölüm/dirim mücadelesidir.
Hegel bu süreci neredeyse Kolezyum’daki gladyatörlerin mücadelesi gibi anlatır: Karşı karşıya kalan her iki Bilinç’in de kendine ait hakikati, yeryüzünde çevrelediği mekânı, etkinliği, devinimi, kararları –kendi moment’leri– vardır. Özgürlüğü ancak hayatlarını tehlikeye atarak kazanabilir, birer özne olabilirler. Hegel için on dokuzuncu yüzyılda hayat artık “risk almak”, bu mücadeleye girmektir; zira bu riski alma- yana “özne” değil, bir Persona olmayı uygun görür. Persona hayatını tehlikeye atmadan yaşamını sürdürebilir ama kendine ait bir hayatı, tarihin ona uygun gördüğü “maske” dışında kendi yüzü, kararı olmaz, diyalektik süreçten kaçındığında “doğal insan” formunda yaşamını sürdürür, doğanın bir parçası olarak kalır.
Persona bir Kavram (Begriff) değildir, çünkü Hayat’ı kavramak (Greifen) için çaba harcamamış, Kolezyum’daki mücadeleye katılmamış ama seyirci de olmamış, Negatif silahını kullanmadığı için Pozitif’den de mahrum kalmıştır. Hegel, açıkça söylemese de –burada hiçbir şey açıkça söylenmez, bana göre bu bölüm Hegel’in kendi sisteminde alegoriyi şahikasına çıkardığı bir alt-metindir– ne toprağa bağlı üretim biçiminin ağırlıklı olduğu eski dünyaya dönülebileceğini, ne de insanın yeni dünyada eski formunda yaşayabileceğini düşünür. Kendi yaklaşımım, Hegel’in bu bölümde yeni biçimiyle “Kolezyum” diye adlandırdığım piyasa ilişkilerini tarif ettiği, karşılıklı ölüm/dirim mücadelesine giren öznelerin de bu ilişkiler içindeki burjuva sınıfının mensupları olduğu yönündedir. Kapitalist üretim biçiminde her birey diğerinin rakibi, her rakip ötekinin muarızıdır. İktisadi ilişkilerin yer aldığı sivil toplumda (bürgerliche Gessellschaft) hepsi belirli ilişkiler bütünü olan bireyler bulundukları yeri korumak, daha doğrusu kendilerine var olabilecekleri bir yer kurmak için bir Herre, “efendi” olmak, bunun için de karşısındakini Knecht’e, “teba”ya dönüştürmek zorundadırlar. Her biri diğeri için “dolayım” aracıdır, her ikisinin de Negatif silahı vardır, piyasanın devinimi, bu değilleme kudretinin gerçekleştirilmesiyle, Negatif silahının kullanılmasıyla başlar – Hegel (kendisinden önce de Fichte) özgürlüğe dair alanın “malik olma” edimiyle başladığını söylediğinde bu senaryonun başka türlü kurgulanmasının imkanı da kalmamıştı.
Teba da olsa, mücadeleyi de kaybetse Kolezyum’a indikleri için hiçbiri Persona değildir; zira Persona’lar, piyasadaki mücadeleden kaçanlar, hayati tehlikeyi göze almayanlar, Hegel’e göre, karşılıklı olarak birbirlerini eşyaya dönüştürürler; öznelerin Negatif silahıyla değil –söz konusu silah Persona’da bulunmaz– basit bir dışsallaştırmayla, karşısındakini ve kendini Bilinç değil bir “şey” olarak görmelerinin sonucudur bütün bu olup biten.
Bilinç, bu deneyimiyle kendisini, ego’yu olduğu gibi, Hayat’ı da dikkate alması gerektiğini; ego-Hayat karşıtlığının giderilmesinin zorunluluğunu fark eder. Piyasa toplumunda özne olmanın yolu, bir “efendi” olmaktan geçer; yalın bütünlük kırılmış, mücadeleyi kazanan kendisiyle hem dolaysız, hem de Hayat ile dolayımladığı bir ilişki içine girmiştir – burjuva bağımsız görünür (Hegel, “bağımsızdır,” der), ama “bir başkasının kendisine bağımlı olma” durumuna bağımlıdır. Teba ise mücadeleyi kaybetmiştir, ancak eşya formunda bağımsız olabilecek, bu formu kazanabilmek için de efendiye bağımlılığını ispat etmek zorunda kalacaktır. Efendi de tebaya tâbidir, tâbiyeti de bununla sınırlı değildir: Efendi olmak için malik olması, mülkiyet ilişkilerinin var olması gerekir; burjuva-efendi aslında tümüyle –Hegel’in “eşya” dediği, benim yorumumla– emtiaya, meta toplumundaki ilişkilere bağımlıdır, emtiayla irtibatını da tebanın dolayımıyla kurar. Teba da emtiayla dışsal bir ilişki içinde bulunur, onu değiller, ama yok edemez, ancak üzerinde emek harcayabilir. Metanın asıl sahibi tebadır ama kendisi üzerinde işlenen emekle meta sahibinden bağımsızlaşır, efendiye bağımlı hale gelir. Tarihin “burjuva” moment’inde hayatın içinde nesneleştirip arzuladığı kendisi, meta ilişkilerinin bütünlüğü olan bir ego’dur, metayı arzular, maliki olduğunda da yok eder ama hayatta kalabilmesin yolu kendisine yeni arzu nesnesi bulmaktan, ego’sunu kendisine yeni bir arzu nesnesi haline getirmekten geçer.
Tebanın bilinci, efendinin varoluşunu mücessem hale getiren bir nesnedir ve bu tâbi bilinç, ancak iş ve emek (Arbeit) yoluyla bütünlenir. Hegel bu bölümde ilk kez “teba” yerine “işçi/emekçi” sözcüğünü kullanır; Knecht’ten Arbeiter’e bu geçiş, aynı zamanda Marx tarafından “işgücü” diye adlandırılacak olan işçinin piyasadaki değişim değerinin nasıl belirlendiğinin ve burjuvazinin kapitalist üretim biçimi içindeki varoluş koşulunun da işaretidir. Az önce değindiğimiz konu, “tebanın bilincinin iş ve emek yoluyla bütünlenmesi”, Hegel’de olumlu bir veçheyi belirtiyordu, bu durumun bir de olumsuz yönü olacaktı: Tebanın/ işçinin ölüm korkusu…
Filozoflar şimdiye kadar sadece dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar, ama önemli olan onu dönüştürmektir.
(Die Philosophen haben die Welt nur verschieden interpretiert; es kommt aber darauf an, sie zu verändern).
Hangi dünyayı? 11. tez ile artık her şeyin, eşyanın ve fikirlerin, tarihin ve doğanın kapsandığı bir yere ulaşıyoruz. “Dünya” (die Welt); hakikatin kendisi, olmakta, olmuş olan, olabilecek olan eylemlerin bulunduğu bir yer, geçmişin, şimdinin ve geleceğin, hatırladığımız, yaşadığımız, ileriye dönük çıkarımlar yaptığımız, hipotezlerin ve sonuçların buluştuğu bir mekândır. Marx’ın dünyasında; bilgi, varlık, etik ilişki, politika, sanat yapıtı, bilimler aynı yerde, aynı yeryüzün- dedir. Burjuva toplumu, piyasa ekonomisi, kapitalist üretim biçimi, dini inanç, Marx için tarihin gelip geçici aşamaları arasında yer alır. Dünya; kurulan, inşa edilen, kendisi sessiz, dilsiz, sözsüz olup bizim onu sese, renge, yapıya, imgeye dönüştürdüğümüz bir dünyadır. Özdeşlik, çatışkı, çelişki, nedensellik, ardışıklık, biraradalık, parça-bütün ilişkisi, yalınlık, bileşiklik, yargı, kavram, zihin, beden ve başka yüzlercesi, bizim bu dünyayı kavrayabilmek için ürettiğimiz kategorilerdir.
Kierkegaard Korku ve Titreme’de, Eski Ahit’teki bir mesel aracılığıyla Hegel’de temel aktörü rasyonel devlet olan Etik düzenin (Sittlichkeit) askıya alınabileceği bir sahne kurar. Eski Ahit’e göre babası yüz yaşındayken doğan İzhak, İbrahim’in kölesi Hacer’den olan İsmail’den sonra karısı Sarah’dan ilk çocuğudur. Tanrı’nın İbrahim’i sınadığı bu ünlü meselin anlatıldığı bölümde İbrahim üç kez “Buradayım,” der. İlki, oğlunu kurban etme emrini aldığı Tanrı’ya; ikincisi, babasına kurbanlık hayvanı göremediğini söylemek için seslenen İzhak’a (burada İzhak’a yalan söyler); üçüncüsü de İzhak’ı kurban etmek üzere bıçağını kaldırdığında kurbanlık hayvanı getirdiğini söyleyen meleğe.
Kierkegaard, bu mesel ile inanç/etik düzen ekseni üzerinden sonluluk/sonsuzluk konusunu tartışır ve üç problem ileri sürer:
Etik olanın teleolojik bir askıya alınması söz konusu mudur?
Tanrı’ya karşı mutlak bir vazifemiz var mıdır?
İbrahim’in gerçek amacını Sarah, Eleazar ve İzhak’tan gizlemiş olması etik olarak savunulabilir mi?
Kierkegaard’a göre, İbrahim’in hikayesinde gözardı edilen şey “kaygı”dır. Birey, ancak kendi telos’unu tümele uygunluk içinde kurduğunda birey olur, ama birey tümel karşısında kendi tikelliğini ileri sürdüğünde artık bir günahkardır. Burada Kierkegaard, Hegel’e karşıt bir pozisyon alır: Hegel’e göre insan, ancak birey olarak varolur ama inancın paradoksu da burada yatar; birey, bireyselliği içinde, tümel olandan daha üst bir konumdadır. Kierkegaard için hiyerarşi nasıl kurulur? Ne açıdan daha üst konumdadır? “Karar verme” edimi, bu sorulara cevap olarak, Kierkegaard’un sistemindeki en belirleyici noktadır.
Schelling’e göre doğa ile sanatsal etkinlik birbirini tamamlar; doğa, bilinçsiz başladığı etkinlik içinde bir telos’a doğru ilerlerken, sanatsal etkinlik bilinçli olarak kendi telos’unu belirler ama etkinliğini bilinçsiz olarak sürdürür. Böylece, sanat yapıtında temsil edilen olgusal bir nesne değil, “idea”nın kendisidir: A öznesi, x nesnesini değil, x’in kendisindeki temsilini sanat yapıtı olarak üretir. Zaten sanatsal etkinlik de, bu sistemde, o sanat formu’nun evren içindeki konumunu belirlemektir. Schelling’in “evren” dediği, “Tanrı ya da mutlak” diye ifade ettiği varlık kendini sonsuzca “olumlarken,” sonsuz olarak da sonsuzca “olumladığını kavrayan” (bu ikisi arasında –kendini “sonsuzca olumlaması” ile “sonsuz olarak bunu kavraması”– Mutlak açısından fark yoktur) ebedi özdeşliktir. Buraya kadar Spinoza’nın Etika’sının ilk bölümündeki tanımları okuduğumuzu düşünebiliriz ama bu noktadan sonra Schelling, Mutlak’ın açığa çıkmasının fenomenal dünya, doğa ile kısmi olarak mümkün olabileceğini, tümlüğü içindeki Mutlak’ın ancak insan aklı ile kendini ifade edebileceğini belirtir; ne olduğu bu dönemde hiçbir zaman tam olarak açıklığa kavuşmayan akıl, bir temsiliyet gücüdür, akıl sahibi tek türün sanat yapıtı üretip “Site”, politik birlik kurabilmesi, bir teolojiye sahip olması, aynı zamanda da suç, günah işleyebilen tek tür olması, bu güce sahip olduğunun varsayılmasından kaynaklanan çıkarımlardır. Bu hipotezler, sonuçlar, şöyle bir yere doğru sevk eder bizi: İnsan, yeryüzünün “ikizini” zihninde oluşturup bu kopyayı duyulur dünyaya aktarmaya muktedir tek türdür. Bu, zamanı ve mekânı da temsil etmemizi sağlar, ya da zamana ve mekâna dair tasavvurlarımız olduğu, olabildiği için Dünya’nın ikizini oluşturabiliriz. Sanat yapıtları söz konusu olduğunda, zamansal sanatlar, müzik ve edebiyat (günümüz açısından sinemayı da buna kesinlikle ekleyebiliriz), kendimizin, ego’nun ardışık anlar içindeki temsilidir bir bakıma… Şiir/düzyazı, müzik, sinematografik zaman, düşüncelerimizi izlememizi, ardışık anlar içinde kendimizi de bir cümle, bir ölçü, bir plan ya da sekans olarak yeniden kurmamızı sağlar – izleyen/dinleyen/okuyan aynı ego olmak zorunda, ama bu ego, ardışık cümleleri, ölçüleri, plan/sekansları da ardışıklık içinde bütünlüğe kavuşturmak durumundadır. Bir bakıma, müziğin, edebiyatın ve sinemanın (parantezin içinden dışına alma gereği duydum) zamanı kesintiye uğrattığı, kendi zamanını oluşturduğu, mekanik zamanı kesip temsillerin zamanını kurduğu, ego’nun da bu inşa sürecinde kendisini her seferinde yeniden kurduğu gibi, mimari ile resim ve plastik sanatlar da mekânı keser, sınırlar, doğal mekânın içinde kendi geometrisini inşa eder, mekânı, doğal sınırlarının dışına çıkarıp kendi sınırlarını inşa eder. On dokuzuncu yüzyılın artık sanat yapıtlarını Trivium ve Quadrivium diye ayırma imkanı yoktu; neyin insanın, sanayiin ürünü olduğu, neyin ezelden beri var olup insan tarafından keşfedildiği belirsizleşmişti çünkü. “Temsil,” bu nedenle, on dokuzuncu yüzyılda böyle bir form değiştirmişti; burjuvanın önceki yüzyıllara göre temsilin ikinci dereceden temsiline (Platon’un bazı diyaloglarında geçtiği gibi oldu, ama kast ettiğim bu değil tabii ki) sahip olma, bu temsili temellük etme imkanı vardı. Temsilin temsiline malik olma imkanına kavuşan burjuva, yaygınlığı itibariyle, temsil edilen üzerine söz söyleme şansına temsilin daha önceki dönemdeki maliki aristokrattan daha fazla kavuşmuştu.